22 Haziran 2010 Salı

LE ORME A.K.A. FOOTPRINTS ON MOON 1975


Giallo’yu bilim-kurguyla birleştirmeyi başaran bir yönetmenin, Luigi Bazzoni’nin, 1975 tarihli Le Orme, diğer adıyla Footprints On Moon adlı filmi Nicola Piovani tarafından bestelenen, dinledikçe insanı daha da çok etkileyen müziğiyle, her iki anlamda da ‘atmosferik’ bir uzay sahnesiyle açılıyor. Aya inen bir uzay mekiğinden çıkan iki astronottan birinin, diğerini ay yüzeyine terk ederek ay yüzeyinden ayrıldığını seyrettiğimiz bu oldukça rahatsız edici sahne, aslında Florinda Bolkan tarafından canlandırılan mütercim tercüman Alice Cespi’nin takıntılı bir şekilde sürekli gördüğü kabustan başka bir şey değil.




Çocukken seyrettiği bir bilim kurgu filminden bir sahne olduğunu bilmesine rağmen neden sürekli aynı rüyayı gördüğünü anlayamayan, uyandıktan hemen sonra kendini, sandığı tarihin 2 gün sonrasında bulan Alice, nereden geldiğini bilmediği, üzerinde Garma adında bir şehre ait olduğu yazan yırtık bir fotoğrafın izini sürmek üzere yola çıkma cesaretini göstererek seyirciyi de bu gizemli yolculuğa ortak ediyor.


Yönetmen Luigi Bazzoni, kısacık filmografisi içerisine yerleştirdiği 1975 tarihli bu filmde, tıpkı 1971 tarihli Giornata Nera Per L’Ariete’de (The Fifth Cord) olduğu gibi bir kere daha bol ödüllü görüntü yönetmeni ( Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now’ı, Bernardo Bertolucci’nin The Last Emperor’ı ve daha nicesi) Vittorio Storaro ile çalışarak mimari mekanlar açısından ortaya harika görüntüler çıkarmış. Üstelik bu mekanları, bizim açımızdan ilginç kılan bir özelliği de var. Alice’in elindeki yırtık fotoğrafta görülen Garma şehrine ait görüntü, Sultanahmet Meydanı’ndaki Tapu Kadastro binasından başkası değil.


Dahası, gizemli yolculuğuna başladığı nokta, Ortaköy iskelesi.
Garma’da (Ortaköy) vapurdan inerek kalacağı otele (Tapu kadastro binası) gelen Alice’i, odasına yerleştiren resepsiyondaki görevliyi, Türk oyuncu Feridun Çölgeçen canlandırıyor.

Alice, konuk açısından pek de kalabalık olmayan otelde, birçok giallo filminde boy göstermiş olan çocuk oyuncu Nicoletta Elmi (Profondo Rosso, Morte a Venezia, Chi L’ha Vista Morire? vb.) tarafından canlandırılan kız çocuğuyla tuhaf bir yakınlık kurar.
Kız çocuk tarafından otelde bir gün önce konuştuğu kızıl saçlı kadınla karıştırılan Alice’e, gittikçe daha çok içine gömüldüğü bu gizemde, küçük kız ve kızıl saçlı kadını gören diğer konuklar umut ışığı olabilecekler midir, işte onu kelimelere dökmek maalesef mümkün değil.


Karşımızda gerçekten gizemin dibine vurmuş filmlerden biri var. Dahası, genel olarak giallolarda gizem unsuru başlangıçtaki o gizli havasını, film ilerledikçe mantık çerçevesi içine sokarak, bir şekilde açığa çıkarır ya, lâkin bu film, gialloya bilim kurguyu bulaştırmasının yanı sıra gizemi de farklı bir açıdan işlemiş nadir örneklerden biri.
Kendim başta olmak üzere yeni başlayanlar a.k.a Dummies için oldukça bereketli ve besleyici bir film olduğunu belirtmem lazım, her ne kadar okuduğum eleştiriler film hakkında çok olumlu olmasa da. Uzay sahnelerinde kısacık bir rolle seyirci karşısına çıkan Klaus Kinski, şöhreti nedeniyle film hakkında yazılan yazılarda gereğinden fazla yer tutarken, filmi asıl götüren kişi, Florinda Bolkan’a pek önem verilmemesi bana ilginç geldi. Yine giallo türünde Lucio Fulci’nin Lizard in A Woman’s Skin ile Don’t Torture A Duckling’inde de rahatsız tipleri canlandırdığı gözümden kaçmayan Bolkan, işte tam da bu yüzden takdiri hak ediyor. Le Orme ile ilgili de içimde tutmayı başaramadığım bir geyik yapacak olursam, bu filmdeki dış görünüşünün bana yer yer Şabaniye’yi hatırlatarak gülümsettiğini söyleyebilirim.

Bolkan’dan başka kişisel olarak ilgilendiğim ikinci nokta İstanbul, 1970’lerde kimi Avrupalı yönetmenlerin filmlerine mekan olmuş bir şehir. Le Orme’de mekan olarak kullanılan başta yazdığım Ortaköy iskelesi (20.yy), 1908 tarihinde mimar Vedat Tek tarafından inşa edilen Tapu Kadastro binası (20.yy), Süleymaniye Camii (16.yy), Eyüp Camii (15.yy), Topkapı Sarayı (15.yy-…) ve Sultanahmet Çeşmesi (18.yy), seyirciye adeta küçük bir turistik İstanbul turu yaptırmayı da başarıyor. Dış mekanlarda İstanbul’un izini sürmek mümkünken iç mekanlarda aynı kolaylığı bulamadığımı söylemeliyim. Filmin jeneriğinden anladığım kadarıyla bir göl kenarında konumlanmış olan otelin iç mekanları ve belki de göl görüntüleri Kemer’de çekilmiş.






Son söz olarak film, giallonun ağır toplarından biri olmasa da kendine has bir takım özellikleri ve elbette modern kent görüntüleriyle bezeli The Fifth Cord’un ardından adeta kartpostal formatında geniş kadrajlı tarihi kent görüntüleriyle ilginç bir seyirlik sunuyor.


Trailer için http://www.imdb.com/rg/VIDEO_PLAY/LINK//video/wab/vi2336031769/


4 yorum:

k dedi ki...

şehirdeki iç ve dış mekanların kurgu içerisinde, bilinen konumlarından farklı olarak birbirine eklemlendirilmesi (puzzle?) ve tanıdığımız bir yerin bilinçli olarak 'tekinsiz hayali (hayalet) bir şehre' dönüştürülmesi en etkilendiğim kısmı oldu filmin. bazzoni'nin westernlerini de görelim mi diye düşünüyorum artık ciddi ciddi :-) spaghetti western'e bulaşmama kuralımıza bu adam yönünden bir istisna getirebiliriz belki.

Tuğba dedi ki...

Açıkçası western'e bulaşmama kuralı benim için altın değerinde lâkin sadece Bazzoni açısından bakacak olursak, yeşil ışık yakabilirim sanrım az sayıda filmi olması dolayısıyla. :-) (Heh pazarlığımı da yaparım çekinmeden)

Bir de ufak bir itiraf; Mekan geçişleri ve özneye yaklaşan ağır kamera hareketleri yanısıra ben asıl müziğinden fena etkilendim. Sonumuz hayrolsun ne diyeyim.

immoraltales dedi ki...

Feridun Çölgeçen Louis de Funès'e ne kadar benzer :)

Tuğba dedi ki...

Harbiden! Sen deyince dank etti.