29 Eylül 2010 Çarşamba

LA CORTA NOTTE DELLE BAMBOLE DI VETRO A.K.A. UÇ UÇ BÖCEĞİM


Giallo bir bilim dalı olsaydı konusunun beden olduğunu öne sürebilirdik. Karakterlerin çatışma sahasıdır beden. Hikayenin öznesi ve nesnesidir aynı zamanda. Cinayeti gerçekleştirenin kim olduğunun yanı sıra, yok olacak ya da varlığını devam ettirecek bedenlerin hangileri olacağının bilinmezliğidir seyirciyi sona sürükleyen. Yaşamın her alanına temas eden bu iz merkez alındığında, bilişsel olanın ötesinde saçılarak genişleyen bir yol ağzında buluyoruz kendimizi. Anlatıcının kafasının içinde kurguladığı yolla örtüştüğünüz anlarda arkasında bıraktığı ekmek kırıntılarını farketme şansınız (bir şans mıdır bu, emin değilim) olduğu gibi, bambaşka yollara sapabilir ya da tümden kaybolabilirsiniz. Bu açıdan La Corta Notte Delle Bambole Di Vetro (Short Night Of Glass Dolls) filminde, yönetmenin olay örgüsüne yerleştirdiği belirli birtakım öğelerin toplumsala yönelik bir mesaj taşıdığı fikri uyanıyor zihnimizde. Gizemin temelinde yatan faktörlerin kişisel çekişme ya da psikolojik bozukluk olduğuna dair genel geçer teoriden ayrılan yanıyla filmin özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Özel bir yer ama yine de kuralları katı bir şekilde belirlenmiş, ticari kaygıların baskın olduğu bir türün sınırlı hareket alanı içerisinde ancak ve ancak küçük bir sapma.





Hikayemiz, katalepsi geçiren Amerikalı gazeteci Gregory Moore kişisi ekseninde (Jean Sorel. Yüzü Brad Pitt’i hatırlatıyor bana her seferinde), kendisinin öldüğüne inanan doktorlara karşı verdiği yaşam mücadelesi ve bu duruma nasıl geldiğine dair flashback’lerden oluşuyor. Düşünme yetinizi kaybetmemiş olsanız da bedeninizde yaşadığınıza dair bir belirti gözlemlenemiyorsa, morgun yolunu tutmanız için elimizde yeter miktarda kanıt var demektir. Yaşayan ölü, şehrin altında ya da karanlık bir sokak arasında rastlandığında korkutucu olabilir. Düşünce ve eylem arasındaki bağlantıyı yitirmiş düşünen ölü ise, toplumsal huzur idealinin ulaşabileceği en üst basamaktır ve iktidar tarafından muhabbetle karşılanır.


Gregory, telefonla Prag’dan haber geçiyor. Örgütlü siyasi hareket olarak değerlendirilmeyen bir grup memleket meselelerini konuşmak için toplanıyorlar. Hükümet toplantıya katılanları gözaltına alınıyor. Resmi olarak tutuklu değiller ancak hepsi özel bir akıl hastanesinde tutuluyor. Umutsuz vakaların konulduğu bir akıl hastanesinde.

Sevgilisi Gregory’ye kelebek koleksiyonu hediye ediyor. Kelebek türünün ilginç bir özelliği var. Çok güzel kanatları olmasına rağmen uçma güdüleri yok.


Gregory’nin katalepsi durumuna dolaylı bir gönderme de profesörden geliyor. Domates sebzesine iğne batırınca alıcılar sebzeden bazı titreşimler alıyor (gülmeyin, deney bu). Profesör alıyor sazı eline: ‘İnsanoğlu her şeyi sınıflara ayırır. Dünya böyle oluşmamıştır. Yaşayan her şeyin hisleri ve dayanma gücü vardır.’ Öyleyse bir çiçeğin canını yakmak suç teşkil eden bir eylem midir? Profesör? “Hayır, sevgili k. Bu bir suç değildir. Suç, içinde iyiliği ve kötülüğü barındır. Bunlar birbirinden ayrı kavramlar değildir. Al ye komakineciğim, ağladığını duymadığın sürece sorun yok.”

Köprü üstünde söylenen bir şarkı hatırlıyorum. Uçmasına izin verilmeyen kelebekler hakkında. O kadar güzel ki, Gregory kendisini köprüden atıyor. Evet, itiraf ediyorum filmin konusunu unuttum. Yaşlı adamlar vardı bir de. Kötü adamlar, çok kötü.

3 yorum:

Tuğba dedi ki...

Valla politika konuşan (yanlış mı hatırlıyorum) yaşlı adamaların olduğu yerde kötülüğün olmaması mucize olurdu herhalde.
Halkların kardeşliği(!), domatese eziyet, bir kere daha heba edilmiş Jean Sorel (ben de sırf Brad Pitt vakası yüzünden kıl oluyorum demek ki bu herife) vb. faktörler nedeniyle birden fazla seyredilmeyi hakediyor gibi. [İtiraf ediyorum ben de hatırlamıyorum doğru dürüst :-)]

Tuğba dedi ki...

Bu arada film afişine bakacak olursak, tıpkı bir kubbe freskosu gibi ortada 'Jean Sorel-İsa' ile etrafında tipik 'giallo unsurları-havarileri' görmek pek mümkün...

k dedi ki...

jean sorel bizim günahlarımız yüzünden boyluyor cehennemi :-p tomatisler ölmesin.